24 Şubat 2009 Salı

Oscar Adayı Kısa Animasyonlar

  • Yalnızlık, aşka özlem, bekleyiş, çekingen ilan-ı aşk: Lavatory Lovestory
  • Bir arada kalmaya çalışan aşık ahtopotların maceraları: Oktapodi (HD)
  • Pixar'dan, Portal oyunundaki solucan deliği temalı bir slapstick: Presto
  • Tabut taşırken başa gelen talihsizlikler: This Way Up
  • ve oskar La Maison en Petits Cubes'e gidiyor. Yaşlılık, geçmiş, anılar, metaforlar: Bölüm 1Bölüm 2
# Zannımca kazanan ödülü haketmiş. Doğru bir deyişle: ben jüride olsaydım, kendime hakim olup ödülü Pixar'a vermemeyi becermeye çalışarak, bu animasyona verirdim.

22 Şubat 2009 Pazar

Terminator: The Sarah Connor Chronicles


# Bugün, bu yeni dizinin ilk sezonunu, 9 bölüm tekmili birden seyrettim. (Bahadır'ın USB harddisk'inde hepsi bir arada görünce, dayanamadım,  kendi bilgisayarıma atıverdim.) Filmde olanların, filmin fikirlerinin üstüne yeni pek bir şey eklemese de epey eğlenceliydi.
(# Dizileri romanlara benzetiyorum. Karakter geliştirmek, tanıtmak, gerilimi sürdürmek, olay anlatmak vs. için filmlere kıyasla epey fazla vakit var. Dizi için harcanan roman, kalınca bir roman okumak için harcanan zamana denk sayılabilir.)
# Kader konusu işleniyor: "Hani skynet'i yok etmiştik, nereden geldi bu robotlar yine?" derken, kendilerini kurtarıcı robotla beraber 1999'dan 2007'ye gönderiyorlar. Bu esnada peşlerinden gelen T800'yü havaya uçurmasınlar mı? Sen, robotun kafası, zaman portalı topundan bunlarla beraber geçmesin mi? Kafasının geldiğini fark eden, 99'dan beri hurdacıda çöplerin arasında bekleyen gövde, canlanmasın mı? Al sana, Skynet'in yaratımında kullanılabilecek malzeme 2007'ye geldi bile. Kader...
# Geçenlerde Ufuk ve Cem ile konuştuğumuz, "bazen insan sırf yapabildiği için, yaptığını görebilmek için yapar" konusu da işleniyor: Bilim adamlarımız opsesifçe, neye hizmet edeceğini düşünmeden kötü T800'ümüze (nasıl yapıldığının formülü karşılığında) sentetik epidermis, yüz transfer ameliyatı vs. yapıyorlar. Bu bağlamda atom bombasını yapanlara değinmeden olmaz. 3. bölümün başında, Sarah Connor'ın günlüğüne yazdıkları:
When I was in the mental hospital I became obsessed with science. Not all science actually, and not really science at all. Scientists. And then only nuclear scientists. The ones who invented the bomb. Oppenheimer, Heisenberg, Fermi, and Teller. Pioneers. Geniuses, all. I read every book I could. I wanted to understand. Why couldn’t they stop? These fathers of our destruction. And why wouldn’t anyone stop them? And if I had the chance, would I?
# Heisenberg arada kaynadı sanırım. Anılarında o işe hiç bulaşmadığını anlatıyordu. Ben de doğruluğuna inanmıştım.
# Fullmetal Alchemist'te de bu konu bolca işleniyordu. Hatta filminin girişinde fizikçi yaptığı bombayla övünüyordu, simyacıları yeriyordu. Kötü şan mesleğimize böyle yapıştı.
# Keza robotla insan arasındaki farklar benzerlikler konusu da işlenmezse olmazdı: Cameron, yeni koruyucu dişi robotumuz, (gerçek hayatta oyuncu balerin imiş), The Turk adlı yapay zekanın nereye satıldığını öğrenmek için satanın kardeşiyle yakınlaşmaya çalışır. Kardeşi bale eğitimcisidir. Onu seyredip taklit eder. O bölümün sonunda kendisini Chopin eşliğinde odasında bale yaparken görürüz. Arkadan Sarah Connor günlüğüne şöyle şeyler demektedir: "Robotlar insan yaptığı şunu bunu yapamazlar. Fakat yaratmaya çalıştıklarında vs., o zaman bizi anlayacaklardır, çünkü o zaman insandan farkları kalmaz, insan olurlar" Evet bu siberpunk klişesinden sonra fizikçiler için utanç kaynağı olacak diğer günlük alıntımızla post'umuzu kapatalım:
On July 16th, 1945 in the mountains outside of Los Alamos, New Mexico, the world’s first atomic bomb exploded. A white light pierced the sky with such intensity that a blind girl claimed to see the flash from a hundred miles away. After witnessing the explosion,J. Robert Oppenheimer quoted a fragment of the Bhagavad Gita declaring, “I am become death, the destroyer of worlds.” His colleague, Ken Bainbridge, put it in another way when he leaned close to Oppenheimer and whispered, “Now we are all sons of bitches.” Now we are all sons of bitches.

19 Şubat 2009 Perşembe

Sakurai'nin Kapağı YA DA Degenerate Perturbation Theory

# Haluk Hoca bugün nondegenerate perturbation theory'yi işledi. Bu aralar çok sık tekrarladığım gibi "ilk defa perturbation theory'nin ne olduğunu, nasıl türetildiğini anladım" Basit matris cebirine dayanan bu metodun zorluğu diagonalize etmemiz gereken matrisin sonsuz boyutlu olması. Neyse ki bu sayılabilir bir sonsuz. Bu sayede matrisin alt gruplarını kendi içlerinde diagonalize edebiliyoruz.
# Haluk Hoca zayıf bir elektrik alanındaki hidrojen atomunu işlerken n=1, n=2 stateleri için bu matrisi hazırladı. diagonalize etti. Her n değeri sonsuz büyüklükteki matrisin diagonali üzerine yerleşmiş başka bir kare oluyor. Şekli görünce "bu Sakurai'nin kapağı değil mi?" diye sordum. Haluk Hoca da düşünüp "evet" dedi. Daha sonra bunu fark etmiş oluşumun cins bir durum olduğuna hükmettim.

17 Şubat 2009 Salı

PortAudio'yu nihayet Windows altında compile edebilmem

# Barış sağolsun, hızır gibi yetişti. Byzantine: The Betrayal oyunu karşılığında Visual Studio'da portaudio'yu derlememe yardım etti. Böylece freqazoid'in içinde kullanabileceğim.
# N'aptığımı hemen buraya yazayım ki, ileride görüp hatırlayabileyim.

i) Son kararlı sürümü şuradan download ettik.
ii) Tutorial'da anlatılan adımları izledik: Yeni bir proje yarattık. Muhtelif kütüphane dosyaları için MSVC jargonuyla filter denen proje klasörleri yarattık. İlgili dosyaları explorer'da seçip sürükleyip bırakmak suretiyle ilgili filter'lara attık. Proje'nin adına sağ tıklayıp, özelliklerine gidip, All Configurations deyip, include directory'leri (relative path olarak) ekledik. Dandik bir main dosyası oluşturup, "portaudio.h" i include ettik.
iii) "pa_win_hostapis.c" e orada yazan #define PA_NO_WMME #define PA_NO_DS satırlarını ekledik.
iv) Build deyince bir takım hatalar verdi. Barış "bu 2008 versiyonu, nazlı bu ondandır" dedi. Hakikaten hatalar "bunu cast edemedim, sen et" tarzındaydı. Bir takım char[]'ları L(birşey)STR'lere cast edince build etti.
v) patest_saw.c örneğini projeye esas main dosyası olarak ekleyip build edince çalışmadı. Çünkü sürücü bir şey bulamadım dedi. 
vi) #define PA_NO_WMME satırını comment out edip, tekrar build edince, hallaah! o anda göbek atarak arkamda anime seyretmekte olan Erol'u korkuttum. İşte tarihi an, errorsuz, çökmesiz, realtime bir ses ortamını Windows'ta hazırlamış oldum.

# Kaç seferdir Cygwin ile Unix araçlarını kullanarak Portaudio'yu kurmaya çalışmıştım becerememiştim. Geçenlerde RtAudio'yu kurmayı başardım. Ama o da çözemediğim bir şekilde kapatırken veya açılırken çökme hataları veriyordu. Nihayet, make, Netbeans güzelliklerinden feragat edip, bilmediğim bir ortam olan MSVC'ye geçerek portaudio'ya ulaşmayı başardım.
# Hayırlı uğurlu olsun!
# Test klasöründeki hemen bütün örnekleri hatasız derleyip çalıştırabildim. Bir tek blocking read write örneği çalışmadı, o da eksik kalsın.
# Şimdi callback'e gelen input sample'larını bir array'de biriktirip, array dolduğunda ayrı bir thread'de FFT'sini hesaplatabilmek için (kastırıcı işlemleri callback'te yapmamak gerekiyormuş) cross-platform threading olayını nasıl yapacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Sukai kurora YAHUT The Sky Crawlers YA DA Sinemada Seyrettiğim İlk (ve tek) Mamoru Oshii Filmi


# IF İstanbul 2009'un Hit Filmler kuşağında Mamoru Oshii'nin adını görünce yıllardır süre gelen, gelip gitmedeki film festivallerine seyirci kalma ataletimden kurtulacağımı anladım. "The Sky Crawlers" Hiroshi Mori deyu bir yazar amcanın altı kitaplık roman serisinin anime uyarlaması.
# Konusu mu? Konusu acayip, zaten seyrederken de anlaşılmıyor. Olayları karakterlerin gözünden görüyoruz. (Film yorumu olarak böyle gereksiz cümleler kurduğum için sanırım sinema dergisinde editör değilim.) Hayatları bir tür kurgu hayat. (Hayır animasyon kurgusundan söz etmiyorum.) Dünya çapında büyük bir gösteri onların gerçeği olmuş. Belki de yönetmen karakterlerin neler hissettiğini daha iyi anlamamız için, hiç gösterinin izleyicisi "normal" birinin perpektifine geçmiyor. Ne olup bittiğini, aynı o karakterler gibi, tam olarak anlayamıyoruz. Filmi seyrettikten sonra konusu için nette araştırma yapmak gerekiyor.
# Evet, konusu demiştik. (Seyredecekler bu paragrafı atlasınlar, ki seyrederken bir önceki paragrafta anlattığım durumun keyfini çıkarabilsinler) Alternatif bir dünyada savaşlar bitmiş. Ama savaşlar o kadar uzun sürmüş ki, insanlar barış mefhumunu unutmuşlar. Milletin alışabilmesi için savaş gösterileri hazırlanmış. "KillDre" denen, genetik kodlarıyla oynanmış, bir yaştan sonra büyüyemeyen ölümsüz mahluklar (çocuklar) bu kurgu savaşın oyuncuları, uçak pilotları. Bir siberpunk klişesi olarak, bunlara hafızaları bile sonradan yükleniyor. Kalacakları üsse gelmeden öncesine dair anıları pek yok. Zaten öğreniyoruz ki, esas oğlan Kannami Yuichi'yi önceden üssün komutanı Suito Kusanagi (evet, Motoko Kusanagi'yle akrabalığından şüpheleniyoruz. Tipi de benziyor) öldürmüş, yani eskiden adı Jinroh (bu da seyretmediğim başka bir Oshii yapıtı) imiş. Kusanagi onu çok sevdiğinden öldürmüş. (O kadar seviyor ki bu beter "hayat"tan kurtulmasını istiyor. Öyle bir sevgi...) Ama bu kardeş sahip olduğu yüksek deneyimler yüzünden pek kıymetli olduğundan resetlenip yeniden üsse geri gönderilmiş. Ondan kelli epey bir süre dejavu hisleriyle ortalıkta dolaşıyor. Jinroh'a ne olduğunu soruyor ama öğrenemiyor. Takımdakiler yeni gelenlere öyle hemen çullanmıyorlar, "bak burası böyle bir yer, biz buyuz, hafızamız şöyle vs." gibi anlatımlara girmekten imtina ediyorlar. Zaten herkesin içi geçmiş. KillDre olmak kolay değil. Donuk heyecansız tipler. Ama çocuklar aynı zamanda. Çocukça da davranıyorlar. Ama garipler. Büyümüş de küçülmüş gibiler. Kaderlerine fazla razılar. Çok bireyseller. İç karartıcılar. Camus'tan alıntı yapıyorlar. Manyakça bir aşk anlaşıyları var. Ay aman, Allah düşmanımın başına vermesin.

Devam edecek...

15 Şubat 2009 Pazar

Siftables


# Bugünkü TED vidyomuz Create Digital Music blog'undan haberdar olduğumuz bir arabirim. Björk'ün de sahnede kullandığı şu, adını unuttuğum sisteme benziyor. Kareler var. Üzerlerinde ekranlar var. Yan yana getirince etkileşiyorlar. Örneğin [1] [+] [2] [=] kutucuklarının yanına boş [] kutucuğu getirince kendiliğinden [3] oluyor. Bolca da alkış alıyor :-) Bizim ilgimizi çeken kısmı ise sequencer'ı idi. Kutucukların üzerlerindeki ekranlara, adını hatırlayamadığım unsura göre artısı, ama çok da matah bir şey değilmiş.
# Zaten yeni arabirimlere şaşırmak gittikçe zorlaşıyor. 3 vakte kadar Minority Report atraksiyonu da yapılacak ve hepimiz rahatlayacağız.

(# Media Lab'lerde insanlar bunlarla uğraşıyorlar, demek ki. Yıllar sonra akademik ortamda başlattığın fikirlerin gündelik hayatta kullanıldığını görmek nasıl bir histir acep?)

14 Şubat 2009 Cumartesi

Bridge Builder

http://www.bridgebuilder-game.com/bb-tips.php

http://www.chroniclogic.com/

http://www.crypticsea.com/

Bestekâr arkadaşlarım ve GGJ için yaptığım müzik

# MySpace'te iki arkadaşımın sayfasına denk geldim. En son görüştüğümde MIAM'da kompozisyon okuyorlardı. Onların parçalarını dinlerken bende bazı jetonlar düştü:

# GGJ'de Lucid için, istekler doğrultusunda (Lord of the Rings soundtrack'i gibi olsun, ulvi olsun vs.) müzik hazırlarken sonunda ortaya çıkan "şey"e benim ne kadar katkım olduğunu, onun ne menem bir şey olduğunu düşünürken şunlara vardım:
# Herhangi bir ifade içermiyordu. Yani kelimesel-fikirsel değil, müzikal anlamda dahi bir fikir, anlatılmaya-ifade edilmeye çalışılan bir unsur yoktu. Ama görselle eşzamanlılığı ve insanın aynı anda maruz kaldığı algıları tek bir potada eritme yeteneği, görsel hikayeyle uyumlu olmasını sağladı.
# Yeni/özgün bir anlatım biçimi denenmiyordu. Bilakis, şu vakte kadar dinlediğim müziklerin kafamda oluşturduğu "epik soundtrack" klişelerinin ardı ardına denenmesinden oluşuyordu. Zaten Alpar Hoca'nın tanımıyla, sonucu önceden kafasında duyamayan kişiye besteci denmez. Sırayla farklı notalar, nota dizileri, akorlar vs. deneyip, kaydı geri alıp, yeni denenen yeri çaldırıp, kişisel beğeni, klişelere uygunluk kriterleriyle değerlendirilerek, filtreleme suretiyle yapılan müzikal üretime bestelemek değil başka bir şey demek gerekir, herhalde.
# Kullandığım dijital enstrumanın, Garritan Personal Orchestra'nın, nihayi ses örgüsünde katkısının benimkinden çok olduğunu söyleyebilirim. Tuşlara basınca gelen enstruman sesleri o kadar güzel kaydedilmiş, o kadar kendini çaldırtıyordu ki, neredeyse ne zaman ne çalınacağı konusunda, kafamdaki Hollywood klişeleriyle el ele verip kendini dayattı.

# Bu sorgulamalar eşlinde Turgut Erçetin ve Recep Gül'ün parçalarını dinleyince bu saydıklarımla alakası olmayan, bambaşka bir düzlemde üretilmiş eserlerle karşıkarşıya olduğumu anladım. Kulağımdan bir tıkanıklık aktı gitti. Helal olsun vallahi.
# Bahadır'dan duyduğum kadarıyla Turgut, pek güzel yerlerden kabul almış. Tebrik ederim! Benim için çok güzel bir örnek oldu kendisi. Aman nazar değmesin... Başarılarının devamını dilerim.

13 Şubat 2009 Cuma

Scott McCloud - Zot!

# Bugün Noel Baba'lık yaptım. Sömestır tatilinde doğum günü olan arkadaşlarıma müzik CD'leri aldım: Aylin Aslım - Gulyabani, Ceza - Yerli Plaka ve Sigur Ròs - hvarf-heim. Okul açılınca hediyelerini takdim edeceğim. Sonra hızımı alamadım. Sevinç'e de Sigur Ròs - með suð í eyrum við spilum endalaust'u aldım. Sonra da Sevinç'in bana hediye etmesi için :-) Nekropsi - Mi Kubbesi'ni aldım. Sevinç, "önce sana bunu almayı düşündüm, sonra sana layık olmadığına karar verip caydım" deyince biraz endişe ettim ama sonunda bana verdi. Laylay...

# Neyse efendim. Bu "post"un ana fikrine yaklaşırsak. Aslen doğum günü hediyelerinden biri olarak orjinal Watchman çizgiromanını almayı düşünmüştüm. Robinson'a gittim. Orası çizgiromanları başka bir dükkana paslamış. Goethe Enstitüsü'nün yanındaki çizgiromancıya gittim. Watchman'i sordum. "Trailer'ı gören geliyor arkadaşım" tepkisini aldım. Gerçekten de Deniz Sert'in Facebook'ta fan'ı olduğunu gördükten sonra filmin trailer'ını seyrettiydim. Sonra Sözlük'te okuduklarımdan Alan Moore'un "Amerikan çizgiromanı'nın kilometre taşlarından biri" niteliğindeki bir çalışması olduğunu öğrenince, almaya karar verdiydim, doğru. O yoksa bari Frank Miller'ın "Batman - Year One"ını alayım dedim. (evet, bir başka filmini görüp öğrenme vakâsı daha) Cık. Şansıma küseyim bari deyip raflara göz gezdirirken Scott McCloud'un adını görür gibi oldum. Sonra kitabın kapağından çizimini tanır gibi oldum. Kitabı hemen raftan aldım. Kendisi şöyle bir şey:
# Scott McCloud - Zot! (The Complete Black and White Collection)
# Scott McCloud'la tanışıklığım, Barış'ın 2007 nisanında "Bu adam Understanding Comics kitabının yazarı. Web üzerinden çizgiroman yazımıyla ilgili şöyle bir çalışması var" deyip linkini göndermesiyle başlıyor. Sonra Başar mavi-siyah tonlardan oluşan başka bir çalışmasından bahsetmişti. Onu epey okuduğumu da hatırlıyorum. Ne oldu sonra?
# Neysem... Bu kitabı Başar-Barış arkadaşlarım için almaya karar verdim.
# Önsözde şöyle diyor:
Both my characters and I were yound and naive, stumbling awkwardly toward what meant to be an adult in this world, while makn new worlds out of our dreams.
# Evet sevgili seyirciler. İşte bir başka büyüme hikayesi... Bir türlü büyüyemedik.
(# Sanırım hediyeyi vermeden önce epey bir okuyacağım.)

EEG, Langevin ve Fokker-Plank Denklemleri

# Dynamics of EEG Entropy: beyond signal plus noise deyu bir makaleye denk geldim arxiv'de. Bir bakayım, belki "Nedir kuzum bu EEG allahasen?" sorusunun da yanıtını bulurum, dedim.
# EEG dediğin, yani electroencephalogram dediğin, kafanın dışına elektrotlar bağlayıp, voltajın zamana göre değişimini kaydetmek imiş. Güç tayfı yarım ila 100 Hz arasında olan, yoğun olarak 1-30 Hz bölgesinden bileşen içeren bir sinyal imiş.# Yani elektrotun civarındaki nöronların elektrik üretiminin bir ortalamasını içeriyor. Makale başlığında geçen sinyal ve gürültü ayrımı ise şu şekilde: elektrot civarındaki nöronların katkısı "sinyal", uzak nöronların zayıf katkılarının toplamı da "gürültü" olarak değerlendiriliyor.
# Zamanında muhtelif harmonik analiz metodları denenmiş lakin sinyal non-stationary (sanırım dinamik tayf'ın nöroloji bağlamındaki adlandırılması) olduğundan son zamanlarda doğrusal olmayan zaman serileri analizleri kullanmak yaygınlaşmış.
# Introduction'dan sonrasını pek anlamadım. Yalnız iki denklemin adı geçiyor ki, bu makalenin esas işlevi beni bu denklemle tanıştırmış olması ve böylece bana yeni bir okuma-araştırma konusu vermesi.
# Bunlar Langevin ve Fokker-Plank denklemleri: stokastik sistemleri modellemede kullanılan ODE ve PDE'ler. Ne olduklarını araştırırken referanslardan yola çıkarak şu kitaba denk geldim: Nonequilibrium Statistical Mechanics İlk bölümünde bu makalede kullanılan analiz teknikleri ve bu denklemler anlatılıyor.
# Netice itibariyle anladığım, EEG makrodüzeyde bir ölçüm. Ona sebep olan mikro düzeydeki nöron davranışlarının bir toplamı/ortalaması. Bu haliyle genele dair fikir veriyor, ama mikro-makro düzeyler arası bir istatistik mekanik bağlantısı kurulmazsa bu düzeydeki analizler ne kadar anlamlı olur bilemiyorum. Çalışmacı arkadaşlara başarılar dilerim. LinkLink

12 Şubat 2009 Perşembe

Trauma Center: Under The Knife 2 ya da Suspension of Disbelief

# Kendisi bugün (12 Şubat) bitirdiğim oyun oluyor.
# Oyunun kayıt yükleme menüsünde kaç saattir oynadığım da yazıyor. 10 küsur saat oynamışım. Yani 600 dakika. Bu süre zarfında mesela 30'ar dakikadan 600/30 = 20 bölüm anime seyredilebilirdi. Ama bu bambaşka bir deneyim tabii.
# Ben pek bilgisayar oyunu bitiremem. Güzel başlarım, ama hüsranla dahi olsa bitiremem. (Hatta "hayata da başladım ama ya bitiremezsem" gibi anlamsız bir endişem var. Yani ölmeyeceğim de, böyle yarım kalacak...) DS'im geldiğinden beridir "oyun bitirme" hazzını yaşayabiliyorum. Tabii bunda DS oyunlarının epik destansı detaylı değil, daha görece basit olmalarından kaynaklanıyor herhalde.

# Bu oyun üzerinden bahsini açmak istediğim kavram, Barış'ın bana tanıttığı suspension of disbelief. Yani diyor ki: Sinemada gördüklerin, oyunda oynadıkların elbette gerçek değiller; kurgular, çizimler. Zaten orada olanlar da senin başından geçmiyor, empati yaptığını zannetsen de aslında kahramanların hissettiklerinin aynısını hissetmiyorsun. (onlar zaten setteler, yahut dijital varlıklar) Sadece o görseller, sesler sende belli duygulanımları tetikliyor. Ama eserden keyif alabilmen, onu anlayabilmen vs. için bir süreliğine bu gerçek olmayışa dair bilgini unutman lazım.# Mesela bu ameliyat oyunu. Oyunda etkileşilen bazı unsurlar, tıp terimleri ve aletleri. Ameliyat masasında bir beden görüntüsü. Neşteri vurunca yara açılıyor. Pansuman, ultrason vs. vs. Ama görseller fotogerçekçi değil. İkon mertebesinde olmasa da sembolik denebilirler. Ve ama gerçek bir ameliyat esnasında operatör doktorun neler hissetiğiyle hiç alakası olmasa da, süre sınır, hastanın yaşamsal göstergelerinin yüksek tutma çabası vs.'nin tetiklediği heyecan, tüm olan bitenin saçmalığını unutup stylus'u neşter zannetmeye yol açabiliyor.
# Bu konuda başarılı bir çalışma olarak hep verdiğim örnek "Efrasiyab'ın Hikayeleri"nde İhsan Oktay Anar'ın yaptıkları. Bir sahnede ressamın resmini tasvir ediyordu. Bayağı edebiyat kullanıyordu, çizim yok, renk yok, görsel yok. Sadece kelimeler. Ama öyle bir anlatım vardı ki, muhtemelen hiçbir çizim bende o etkiyi yaratamazdı, çünkü resme dair değerlendirme yeteneğim o kadar gelişmiş değil. Baksam anlamam. Ama resimdeki güneşin ve ışığının anlatımını öyle güzel yapıyordu ki, kitap okuduğumu unutup baktığım bir resimden zevk alıyormuşum gibi gelmişti.
# Keza Donnie Darko'nun sonunda çeyrek saat aralıksız ağlamamı da başka türlü anlamak mümkün değil. Ağlama şiddetim o kadar yüksekti ki Sevinç gelip, bak bu film, insanları etkilemek için özellikle uğraşıyorlar, görsel anlatım tekniklerinin mühendisliğini yapıyorlar, sen de onların kurbanı oluyorsun deyip, inançsızlığımı askıdan indirmemi istemişti.

# Evet, Dr. Stiles'ın GUILT hastalığına karşı mücadelesi bu macerayla son buldu. Yaptığı manyaklığa canı gönülden inanan, iyi bir iş yaptığını zanneden kötü adam karakterine içeren bir Japon menşeili yapım daha.
# Bir sonraki oyunda görüşmek üzere hoşçakalın!

Global Game Jam (2 - Konuşmalar)

# Veni, vidi, vici :-)
# Perşembe günü (29 Ocak) Başar ve Barış'la beraber yola çıktık. Ankara'da hep Barış'ın teyzesinde kaldık. Çok sıcak bir aileydi, bizi çok güzel ağırladılar, sağolsunlar. Biz Başar'la Anne'nin de hatırlatmaları doğrultusunda "artık kocaman adamlarız, otelde bir yerde kalmamız lazım, kimsenin evini işgal etmeyelim" diye birbirimizi iteklemeye çalışırken sonunda yine büyüyemeyip orada kaldık. Ne iyi de oldu!
# Cuma günü Kyle Gabler'ın konuşmasıyla etkinlik başladı:

# Kendisi bağımsız oyun geliştiricilerin idolü. Yine böyle bir yarışma, kısa zamanda oyun geliştirme etkinliği bağlamında yaptığı Tower of Goo oyunu çok beğeni topluyor ve 2008'de bir çok ödül alan World of Goo oyununa dönüşüyor.
# Konuşmasından öğreniyoruz ki, (sanırım Guitar Hero'nun ana fikrini aldığı) Audiosurf, Crayon Physics, Spore vs. oyunlar da böyle projeler esnasında ortaya çıkmışlar. Kendisi epey komik bir abi'ymiş. "48 saat sonunda çok uykusuz olacaksınız, basının yoğun ilgisi altında, kırmızı halı üstünde, şişmiş, kızarmış gözlerle görünmemek için şu göz kalemini kullanın" önerisinde bütün salon kahkaha attı.
# Diğer öğütleri: 7) Beklentilerinizi düşürün, RPG, EA Fifa tarzı oyunlar yapmayın. Bambaşka bir tür, konspete uğraşın, rekabete girmeyin. 6) Oyununuz ilk 15 saniyede oyuncuyu çekmeli. Intro veya arkaplan hikayeleri katmayın, mümkünse tutorial/instruction da oyunun bir parçası olsun (biz tam zıttını yaptık) 5) Oyununuza his katın. Ona uygun müzik seçin. Ve tüm grafikler, sesler vs. tutarlı olsun. Hem bir konusu hem de bir alt metni olsun. (bu zor) 4) Hepsini birden yapmayın. Önce fikrinizin uygulanıp uygulanamayacağını göreceğiniz bir prototip yaratın. 3) Ses koymayı unutmayın. 2) 5'in aynısı. Her şey uyumlu olsun. Harmoni! 1) Felç olacak kadar önemsemeyin. "Never fell in love!" ve "Don't be afraid of fail spectacularly"

# Sonra Don Daglow'un konuşması vardı ki bu amca bambaşka bir perspektifen konuştu. Konuşmasının ana fikirlerinden biri de perspektifti. Sadece GGJ Türkiye için hazırladığı konuşmasını San Fransisco köprüsü manzaralı bir yerde kameraya çekmiş. "Arkamda gördüğünüz köprü 80 yıllık ve buranın en eski yapılarından biri, oysa sizin oralarda binlerce yıllık bir kültür var. İmreniyorum size, keşke orada olsaydım" mealinde laflar etti.
# Sonra Discovery Channel için yaptıkları "Byzantine: The Betrayal" oyununu anlattı. Verdikleri bütçe hakkında "Epey büyük bir bütçe verdiler... (anlamlı bir sessizlik) Her şeyi yapmaya yetmese de... bir çok şeyi yapabilmemize yetecek bir bütçeydi" Anlamı: "Türkiye'de önümüzdeki çokça yıl boyunca hiçbir oyuna bu kadar bütçe ayrılmayacak ama bu bile bana yetmedi, daha fazlası olsaydı oyuna başka şeyler de eklerdik."
# Kyle Gabbler'a zıt olarak, yapılan oyuna aşık olmak gerektiğinden bahsetti. Kendisi bir buçuk yıllık bir projeden söz ettiği için bu kontrast normal. Türkiye'nin her yerini dolaşmışlar, bir sürü fotoğraf çekmişler, çalışmışlar. Yanlış anlamadıysam Efes Tapınağı'nın (ilk) 3D modelini çıkarmışlar vs. Epey bir uğraş var. Intro'sunu seyredince çakma Türk polisiye dizisi gibi geldi ama oynamak lazım. Bakalım...
# Ayrıca konuşurken yaptığı ağız hareketleri ve ses tonuna Başar'la şöyle bir yorum getirdik: Hayatı boyunca o çok kadar insana anlayabilmeleri için bir şeyleri tane tane izah etmiş, ağız mimikleriyle anlatımını desteklemiş ki en sonunda ağzı bu hale gelmiş, normal konuşamaz olmuş.
# Keza isimlerini unuttuğum pek mühim iki bilgisayar oyunu ödülü varmış ki, bu ikisine birden sahip olan dünyadaki 3 kişiden biriymiş. (Onlardan biri de John Carmack imiş.)
# Neysem, Donnie Darko'nun buraları öven güzel konuşmasından sonra Türk oyun camiasından bir isim, Erkan Bayol konuştu. Buralarda oyun yapmanın sıkıntılarından samimi bir dille söz etti ve "kazanamazsanız suçu takım arkadaşlarınıza atın" diyerek bitirdi.

# Bu güzel konuşmalardan sonra Turkcell'in çözüm ortakları 2 saatlik sabır testine başladılar. Bir sürü meslek uydurucusundan fırlamış iş hayatı profesyöneli, sunumlar yaptılar. Anladığım kadarıyla "çözüm ortağı", doğrudan Turkcell'de çalışmayıp onlarla ortak projeler yürüten başka şirketlere denen isim. Böylece büyük şirket bilmediği bir sahada bilgi edinip girişim yapmak riskinden kurtuluyor, küçük şirket de kârını paylaşmak koşuluyla arkasına büyük şirketin desteğini ve altyapısını alıyor. Kapitalizm de böyle "alan razı, veren razı" ilişkilerle varlığını sürdürüyor.
# Bu sunumlarda şaşırdığım ne kadar çok minik oyunun varolduğuydu. Asmalı Konak'ın bile cep telefonu için oyunu çıkmış. Bu tarz oyunları yapan biri konuştu. Sonra Turkcell bir API geliştiriyormuş. Bunu ortaklarına sunacakmış. Bunda "telefon sahibi hangi baz istasyonunun erişim alanında, yönü ne, sinyal gücü ne" gibi sorgularla elemanın yerini tespit etme vs. muhtelif bir sorgular içeren bir API. Park yeri kontörle ücret ödeme vs. sistemlerde kullanılacakmış vs. Bunca yıldır yapılmamış olması ayıp bence. Ki bütün bunlar, söylemeye bile gerek yok, "ihtiyaç yaratımı" sahasına giriyor. Sonuncu sunum en bombasıydı. Vakit kalmamıştı. Eleman cebinden cep telefonunu çıkardı. "Türkiye'de kaç telefon sahibi var, biliyor musunuz? ... 60 milyon... Bunların her birinden yılda 1 lira kazansanız: Eder 60 milyon! (biraz da kıskançca) Sizin benim ömrümüz boyunca göremeyeceğimiz bir para." Ana fikir: "cep telefonu için oyun yazın beraber para kazanalım." Hatta iki saat bunları dinlemenin yarattığı nefretin kusmuğu: biz bu işleri beceremeyecek insanlarız. Ama paramız var. Siz de zekisiniz yaratabiliyorsunuz. Gelin biz hiçbir iş yapmadan sizin emeğinizi sömürelim."

8 Şubat 2009 Pazar

Boğaziçi Fizik Hakkında

# Sanırım bölüme yeni girmiş biri Facebook'tan bana mesaj atıp ülkedeki diğer fizik bölümleriyle de kıyaslayarak Boğaziçi Fizik'i özel kılanın ne olduğunu sordu. Geçenin bir vakti doğaçlama bir şeyler yazdım. Ne yazdım?
# Ne yazık ki Boğaziçi dışındaki bölümlerde ne olup bitiyor pek fikrim yok. Oraları araştırmamış olmam benim kabahatim. Türkiye'de kim neyle ilgileniyor, bir ara bunu araştıracağım.
...
# Boğaziçi fiziği özel kılan nedir? Haluk Beker, Avadis Hacınlıyan, Metin Arık'tır herhalde. Genç dahilerimiz de var: Taylan Akdoğan, Tonguç Rador, Ali Kaya. Onlar da deneyim kazandıkça araştırmacı olmanın yanında iyi birer de hoca olacaklardır inşallah. (Taylan Hoca zaten halihazırda iyi bir hoca, genç olduğu için kendisinden ikinci kategoride bahsettim :-) )
# Deneysel araştırmalar yapmak için kapsamlı laboratuarları yok. Metin Hoca'yla takılanlar CERN'e gidebiliyorlar. Astrofizikçiler de muhtelif uluslararası teleskop ölçümlerine erişebiliyorlar. Naci İnci'nin laboratuarında yüksek bütçeli çalışmalar yapılıyor galiba ama ne yaptıklarını hiç bilmiyorum.

# Dediğim gibi diğer bölümler hakkında fikir sahibi olmadığımdan Boğaziçi Fizik'i özel kılanın ne olduğunu bilemiyorum. Eğitim kalitesi benim için yüksek. Yani bir dersin basit geldiği, sıkıldığım hiç olmadı. Genel olarak kendimi hep yetersiz hissettim.
# Anladığım (sezdiğim) kadarıyla, burası Robert College zamanında muhteşem bir eğitim yuvasıymış. Şu anda iyi ne varsa o zamandan kalan unsurlar. Ama YÖK vs. o ayrıcalıkları bölümün/okulun elinden alıp burayı basit bir teknik okul haline getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir efsanenin son zamanlarını yaşıyor da olabiliriz.

# Şahsi fikrim, insanın kendi motivasyonunun ve iradesinin her türlü dış şarttan daha belirleyici, önemli olduğu. Doğaya yeni bir perspektifle bakabilme ve fenomenleri matematiğe dökebilme arzusu, bilinmeyen/tasnif edilmeyenden rahatsızlık duyma gibi semptomlarla kendini belli eden fiziksel bilgi sevgisi insanda varsa inat edip her yerde o yolda yürüyebilir. Boğaziçi Fizik bu bilgi sevgisini doğurtmada diğer herhangi bir bölüm kadar başarısız. Ama, benim gibi bir yeni yetme için hoca kaynakları sınırsız denebilir. Yürünecek bir yol bulduktan sonra bölüm ilk adımı atmak için güzel bir ortam.
# 7 yıldır gittiğim bölüm hakkında bunları yazmışım.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Löve 2d Game Engine

http://love2d.org/# Global Game Jam'e gitmeden önce Barış ve Başar'la buluşup bunu çalıştık. Box2d üstüne inşa edilmiş bir oyun motoru. Daha doğrusu betiklenebilir oyun yapımı çerçevesi:
LÖVE is a 2D game engine in which games can be made by using Lua scripts. Actually, it's more like a framework or library, but "engine" sells much better.
# Kullanımı aşırı kolay. Lua, miniminnacık olup muhtelif yapımların içine embed edilmek üzere tasarlanmış bir scripting dili imiş. Onunla yapılan script'leri, kaynak dosyalarıyla beraber sıkıştırıp love.exe ile açıyoruz. Hoop, oyunumuz karşımızda. Derleme yok, dert yok.
# İçince onLoad, render vs. muhtelif callback'leri var. World yaratıp için shape'ler atanmış body'ler yerleştiriliyor. Bunların kütle, sürtünme vs. özellikleri var. Collision detection kendinden. Ses öttürmece, klavye, mouse, joystick kullanmaca. Oh oh...
# Bununla karagöz hacivat rag doll'u yapacağımdır inşallah.